top of page
Yazarın fotoğrafıAU INOVA

NÖROBİLİM PERSPEKTİFİNDEN DUYGUSAL ZEKA

Güncelleme tarihi: 9 Mar 2023




Pandemi sürecinde, normal şartlarda kaynakları ve performansları açısından birbirinden pek de farklı olmayan şirketlerin, ekiplerin ve bireylerin adaptasyon becerileri arasında ciddi uçurumlar olduğuna ve bu durumun da hem iyi oluş hallerine hem de performanslarına çok önemli ölçüde yansıdığına tanıklık ettik. İlk şoktan sonra kendini hızla toparlayabilen ve yeni duruma nasıl adapte olunabileceğinin yollarını aramaya koyulan bireylerin, ekiplerin ve şirketlerin diğerlerinden farkı neydi? Adaptasyon ve sürdürülebilirlik kabiliyetleri arasındaki önemli fark hangi değişkenden kaynaklanıyordu?



Bu soruya bir davranış bilimci olarak vereceğim yanıt, pandemi özelinde bir yanıt değil. Ancak bahsedeceğimiz değişkenin pandemide çok daha hayati ve görünür hale geldiğini söyleyebiliriz. Bu durum, COVID süreci öncesindeki geleceğin becerilerine ilişkin çalışmalarda da bahsi geçen temel bir beceri setine işaret ediyor: duygusal zeka (EI) ve bununla bağlantılı olarak duygusal çeviklik. Liderlik becerileri açısından duygusal zekanın en az IQ kadar önemli olduğunu biliyoruz. Öte yandan hala, modern insanın rasyoneli kutsama eğiliminin bize “Sebep gerçekten bu olabilir mi?” sorusunu sordurduğunun da farkındayım. “Evet, olabilir” cevabının nedenlerini anlamak üzere insan davranışlarını açıklama çabamızda sıklıkla başvurduğumuz nörobilimden faydalanalım:

Öncelikle vurgulanması gereken nokta şu: duygu ve düşünce oluşturma süreçleri birbirinden ayrık değildir. Beynimiz duyguları ve düşünceleri birbirleri ile sürekli sinyal alışverişinde bulunan binlerce nöronun ortak çalışması ile şekillendirir.


Beyin iki temel yapıdan oluşur: Bunlardan ilki, ilkel beyin olarak adlandırılan ve isimlerini sıklıkla duyduğunuz amigdala, hipotalamus ve hipokampusten oluşan limbik sistemdir. İlkel beyin hayatta kalmamızı sağlayan, “savaş ya da kaç” (fight or flight) tepkilerini şekillendiren ve duygusal tepkilerimizi kontrol eden kısımdır. Stres ya da tehlike hissettiğimiz durumda ilk aktive olan bölge limbik sistemimizdir. Diğer taraftan, bilinçli karar alma süreçlerinden sorumlu kısım ise prefrontal korteks olarak adlandırılır. Beynin bu kısmı ilkel beyne göre çok daha sonra gelişmiş, karar alma süreçlerini yöneten, salt haz alma güdüsüyle hareket etmeyi frenleyen ve duygulardan “anlam” çıkarmamızı sağlayan sistemdir.


Kronik stres, öfke, endişe ve depresyon içinde iken üst düzey bilişsel fonksiyonlarımız baskılanır. Devreye giren yaşama güdüsü, olaylara ilkel beyin üzerinden tepki vermemize neden olur. Dolayısıyla zihinsel ve duygusal denge durumunu korumak, duyguları tahlil etmek ve olaylara gerçekçi bir bakış açısı ile yaklaşmak mümkün olmayabilir. Bunun sonucunda da kendimizi, kendimize, etrafımızdakilere ve ekibimize yararlı olmayan, hatta zaman zaman zarar dahi verebilecek bir konumda bulabiliriz. Pandemi süresince bu duyguları sıklıkla hissettiğimizden, bu durumu anlamlandırmak sanırım hepimiz için mümkün. Duygularımızı anlamlandırma yönünde bilinçli bir farkındalık göstermediğimiz zamanlarda vücudumuzda olup bitenler ise kısaca şöyle:

Beyne ulaşan uyaranlar duyu sinyallerinin giriş kapısı olarak kabul edilen talamus üzerinden öncelikle ilkel beyne (amigdalaya) varıyor. Bu direkt bağlantı yakın zamanda New York Üniversitesi nöroloji ve psikoloji profesörü Joseph E. LeDoux tarafından ortaya çıkarıldı. LeDoux’nun çalışmaları öncesinde bu kestirme yoldan haberdar değildik ve uyaranların doğrudan rasyonel ve bilinç düzeyindeki kararlarımızdan sorumlu olan bölge olan neokorteks tarafından işlendiğini düşünüyorduk. Ancak şu anda uyaranların önce bu kestirme yoldan geçtiğini, ancak bundan sonra duyguların “bilinçli” beyin tarafından işlenmeye başladığını biliyoruz. Bütün bu yolun kat edilmesi için gereken süre ise saniyenin yaklaşık 0,5'i kadar.


Çevremizde “tehlike” sinyali olarak algıladığımız uyaranlar amigdalayı aktive ediyor ve korku, öfke gibi duygular hissediyoruz. Amigdala glutamat adı verilen transmiterin salgılanmasına neden oluyor ve bu da beyin sapı ve hipotalamustaki bazı bölgeleri aktive ediyor. Bu durum da “stres-tepki” sürecini başlatıyor. Yani beyin kendisine karşı yönlendirilmiş tehdide karşı bir savunma sürecine giriyor. Bu sürecin sonunda kan dolaşımına katılan kortizol, enerjiyi sindirim sistemi gibi o an için kritik olmayan sistemlerden çekerek daha çok ihtiyaç duyulan, kalp gibi kritik organlara taşıyor ve vücudun tehditle savaşmasına yardımcı oluyor. Bu durumda uzun süre kalırsanız sisteminizdeki yüksek kortizol seviyeleri, kronik stres ve yorgunlukla bağlantılı pek çok farklı sorunun yanında, daha düşük üretkenlik ve verimliliğe de sebep oluyor.



Pandemi, ekonomik kriz, siyasi krizler, kadın cinayetleri ve daha pek çok sorunla iç içe yaşayan ülkemiz insanı, çevresinde sürekli bir tehdit unsuru olarak algıladığı uyaranlara maruz kalıyor. Bunun sonrasında da yukarıda bahsi geçen semptomlar başta olmak üzere pek çok hastalığın ve sorunun kapısını ardına kadar açmış oluyoruz. Bugünlerde hemen hepimizin altında ezildiğini hissettiği bu ağır yükle başa çıkabilmek mümkün mü? Beynimizin hayati tehlike sinyalleri olarak algıladığı koşullar altında dahi kendimizi negatif duygu durumuna kaptırmamak öğrenilebilir mi? Bu etkinin uzun vadeli olmasını sağlamak için neler yapılabilir? Bu durum ile baş etmek, duygu durumu ve tepkilerin yıkıcı olmasını engellemek, kısa sürede toparlanarak yola devam etmek nasıl mümkün olabilir? Bu geliştirilebilir bir kas mıdır?


Neyse ki bu soruların cevabı “evet”. Duygusal Zeka (EQ), IQ’ya kıyasla çok daha az kalıtım yüklü; dolayısı ile IQ’nun aksine duygusal zeka ve onunla sıkı sıkıya bağlantılı olan duygusal çeviklik sonradan öğrenilebilir ve geliştirilebilir. Bunun nasıl mümkün olabileceğine bir sonraki yazımda detaylı olarak yer vereceğim.


13 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page